Sayfalar

30 Eylül 2017 Cumartesi

Balkanlarda dramın başkenti - SARAYBOSNA


30 / Eylül - 4 / Ekim / 2017




Saraybosna:

Yine çok önceden karar verdiğimiz, biletlerini de önceden aldığımız bir seyahatti bu. Bu sefer yalnız değildik. Arkadaşlarımız Murat ve eşi Rakibe'de bizimle birlikte geleceklerdi. Aslında daha çok onlar istemişti bu seyahati. Çünkü eşim Funda ile ben 2011 yılında Dubrovnik gezimizde  Kotor ve Budva'ya uğramıştık. Ama hem kızımız daha önce görmediği  için hem de  arkadaşlarımız ile bir kez daha bu güzel yerleri görebilmek için istekli olmuştuk bu geziye. 

İlk başta planımız aslında Kotor ve Budva'yı görmek için Karadağ'a (Montenegro) gitmekti ama Karadağ'ın başkenti Podgorica'ya uçak biletleri bizim gitmek istediğimiz tarihte çok pahalı olunca biraz da mecburiyetten Saraybosna üzerinden gitmeyi tercih ettik. Aslında bu bizim için çok da iyi oldu çünkü ne zamandır Saraybosna'yı da görmek istiyorduk. 2011 yılında Dubrovnik'e gittiğimiz zaman Mostar'ı ve Karadağ'ı görmüştük ama bir gün içine sıkıştırılmış hızlı birer geziydi ve Saraybosna'yı görememiştik. Kotor ve Budva'nın da tam tadını alamamıştık.

2017 yılını seyahat açısından epey abarttığımızı fark ettim bu yazıyı yazarken. Şubat ayında Doğu Ekspresiyle Kars turuyla başlayan ve yıl içerisinde Nisan'da Alaçatı Ot Festivali, Mayıs'ta  Eskişehir, Haziran'da Münih, Berlin, Salzburg ve Hallstatt, Temmuz'da Karadeniz ve Batum, Ağustos'ta Samos Adası ile devam eden seyahatler bizi iyice yormuştu.  Ama gezgin kanımız damarlarımızda tansiyonumuzu yükseltircesine akarken gezilerimizi de durduramadık bir türlü. Saraybosna ve Karadağ'dan döndükten sonra da Ekim ayında üç günlük Paris ile yılı tamamladık. 

Elbette ki sayılı gün çabuk geçti ve 30 Eylül geldi. Havaalanına geldiğimizde alanın çok kalabalık olmaması hoşuma gitti. Hemen işlemlerimizi yaptırıp, pasaport kontrolünden kolayca geçtik. 1 saat 50 dakikalık uçuşumuz da oldukça keyifli geçti. Uçaktan inip bavullarımıza kavuşmamız da yine çok vakit kaybettirmedi bize. Araç kiralama işini de önceden ayarladığım için içim biraz rahat. Ama ne olur ne olmaz, sonuçta Balkanlardayız. Anlaşmamıza göre Havaalanı çıkışında buluşacağız. Adımın yazılı olduğu tabelayı görünce iyice rahatlıyorum. 5 kişi olduğumuz için bagaj sıkıntısı olmasın diye station wagon bir araç kiralamıştım. Gerçi 3 bavulumuz var ama yine de içim iyice rahat etsin istiyorum. Adımın yazılı olduğu tabelayı tutan Boris çok konuşkan değil, sadece hoş geldiniz diyerek  bizi otoparktaki arabaya doğru götürüyor. Çok fazla konuşmuyor ama ben arabayı görünce neden fazla konuşmadığını anlıyorum. Otoparktaki bizi yanına götürdüğü araç Hatchback bir Opel Astra. Yani kısa bagajlı bir araba. Bu araca sığamayacağımızı, benim kiraladığım aracın bu sınıfta olmadığını anlatmaya çalışıyoruz ama Boris defalarca özür dileyerek bir karışıklık olduğunu, arabayı Hırvatistan'dan getirdiklerini, ancak 2 saat bekleyebilirsek farklı bir araç gelebileceğini söylüyor. Ben de bunu şirkete rapor edeceğimizi bu durumun hiç hoş bir durum olmadığını söylüyorum. Ama işte ne yazık ki bir "Balkanlara Hoş geldiniz" durumu ile karşı karşıyayız. Kızlar sorun olmadığını söyleyerek beni biraz sakinleştiriyorlar. Ben de üç bavulu arkadaki küçücük bagaja sığdırmak şartıyla aracı kabul edebileceğimizi söylüyorum. Üç bavul ancak bagajın üzerini örten ve bagajın içinin dışarıdan görünmemesini sağlayan pandizot parçasını çıkartınca sığıyor ama bu şekilde bavullar hem aracı kullanırken benim arkayı görmemi az da olsa engelliyor hem de bavulların bu şekilde görünür olarak kalması hırsızlığa davetiye çıkaracağı için benim içim bir türlü rahat etmiyor. Neyse ki bavullar sadece otele kadar böyle kalacak diye ekip beni bir şekilde ikna ediyor ve sonuçta kağıtları imzalayıp otelimize doğru yola çıkıyoruz.




Saraybosna'daki otelimiz ve meşhur Astra...


Otelimiz Hotel Lula küçük ama çok şirin bir otel, hemen Başçarşının (Başçarşıja) girişinde ve Başçarşı Sebilinin neredeyse yanında bulunuyor. Sadece bir ara sokaktan geçerek Sebilin olduğu meydana çıkıyorsunuz. "Lula" Boşnak'ça pipo anlamına geliyormuş. Zaten otelin ana tabelasında da büyük bir pipo resmi bulunuyor. Resepsiyonda da çok miktarda farklı ve güzel pipolar yer alıyor. Biz otelden ayrılırken her aileye birer tane pipoyu da hatıra olarak bize hediye ediyorlar.  Odaları küçük ama çok merkezi olması ve konukseverliği nedeniyle tavsiye edebileceğim bir otel. Resepsiyonist kız girişlerimizi yaptıktan sonra bize gece on birden sonra suların kesildiğini ve sabah beşte geldiğini buna çok dikkat etmemizi söylüyor ve gülümseyerek "Saraybosna'ya hoşgeldiniz!..." diyor. 

* * * 

Çok acıkmışız, hemen bavullarımızı odaya bırakıp Başçarşıya doğru yola koyuluyoruz. Hedefimiz Boşnak köftesi "Cevabi ya da Cevabcici" yemek. Resepsiyonist kızımız bize "Petica" yı öneriyor. "Petica" beş ya da beşinci anlamına geliyormuş. Hemen girişte köşede buluyoruz dükkanı. Karşı çaprazında da eski Galatasaray'lı futbolcu Tarık Hoçiç'in köftecisi "Hodziç" bulunuyor. Ama biz Ferhatoviç'in Petica'sını tercih ediyoruz. Çok kalabalık, bütün masalar dolu. Garson kız önce bize yer olmadığını söylese de o sırada dışarıda bir masa boşalıyor ve nedense bekleyenler olmasına rağmen bizi oraya alıyor. Keyfimiz yerinde. Menü hemen geliyor. Erkekler 150 gr. kızlar 100 gr "cevabi" söylüyoruz. Bira içmek istiyorum ama bira satılmıyor. Dört kişi ayran, bir kişi de yoğurt sipariş ediyoruz. Ayranlar bizde ki gibi kapalı bardak ayran, ama yoğurt söyleyen hayal kırıklığı yaşıyor. Çünkü o da bardakta geliyor ve neredeyse ayran kıvamında. Böylece Saraybosna'da yoğurdun bu şekilde servis edildiğini de öğrenmiş oluyoruz. Yan masada ayrıca kaymak gibi bir şey görüyorum. Köfteler ile birlikte yiyorlar. Ben de istiyorum, adı gerçekten kaymak ama bizde kahvaltıda yediğimiz gibi tatlı kaymak değil, yoğurt kaymağı gibi ama daha yoğun. Yani bizde ki tatlı kaymak yoğunluğunda ama tadı yoğurt kaymağı gibi düşünün. Benim hoşuma gidiyor. Masada benden başka da beğenen olmuyor zaten. Köfteler yarım pide içerisinde geliyor ve gayet lezzetli. Murat ile birbirimize bakıyoruz ama düşünce aynı; "Keşke 150 gr. değil de ikişer tane 100 gr. söyleseydik..." Neyse o da yetiyor. Yine yan masada gördüğümüzde uzaktan önce pilav sandığımız şeyinde ince doğranmış beyaz soğan olduğunu ve cevabi ile çok iyi gittiğini öğreniyoruz. 

Boşnak Köftesi (Cevabi)...


Bu kadar öğretici ve doyurucu bir yemekten sonra yediklerimizi eritmek üzere Başçarşı'ya dönüyoruz. Başçarşı Saraybosna'nın tüm ortak kültürünü bir arada görebileceğiniz büyük bir toplanma, buluşma ve sosyalleşme merkezi. Gazi Hüsrev Bey Camii ile Başçarşı Osmanlı Sebili bu meydanda bulunuyor. Ferhadija adlı trafiğe kapalı yaya yolundan giderseniz sağlı sollu dükkanların olduğu bir alışveriş caddesi sizi karşılıyor. Bu yolun üzerinde yine bir Osmanlı eseri olan Ferhat Paşa Camiini de görebilirsiniz.


Bu da Tarık Hodziç'in mekanı...

Bursa'nın ara sokaklarındaki dükkanlara benzeyen bakır işçiliği dükkanları çok da yabancı olmadığımız bu topraklarda 90'lı yıllarda yaşanan bağımsızlık mücadelesinin ve zalim savaşın yarattığı acı ve tahribatın izlerini, hayatta kalma mücadelesinin gücünü hala sımsıcak hatıralarda tutuyor.

Bakır işçiliği çok revaçta...


Kapalıçarşı ve Bedesten kültürü...


Başçarşı Osmanlı Sebili otelimize de çok yakın ve meydanın tam ortasında bulunuyor. Burası hem bir buluşma yeri hem de fotoğraf çektirme noktası. Sebili tek bir kare boş yakalama şansınız yok.

Başçarşı'daki Osmanlı Sebili...

Gazi Hüsrev Bey Camii...

Osmanlı izleri her yerde...

Kalabalıktan ayrılıp, yavaşça nehir kenarına doğru yöneliyoruz. Miljacka Nehri şehri boydan boya kesen oldukça uzun bir nehir. Saraybosna şehrini kuzey ve güney olarak ikiye ayırıyor. Saraybosnalılar ise buna Bistrik ve Vratnik diyorlar. Nehir çok temiz, hiçbir şekilde insan atığının karışmadığı söyleniyor. Nehir yüzeyinde gözüken ufak tefek atıkların ise genellikle rüzgarla sürüklenerek gelen atıklar olduğu söylenebilir. Uzun bir nehir olduğu için üzerinde çok sayıda köprü bulunmakta. Tabi bunlardan en önemlisi Avusturya - Macaristan Veliahtının ve eşinin bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülüp I. Dünya savaşının başladığı Latin köprüsü...

24 Haziran 1914 tarihinde Saraybosna'yı ziyarete gelen Avusturya - Macaristan tahtının varisi Arşidük Franz Ferdinand köprünün kuzey ucunda Gavrilo Princip isimli genç bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmüş ve teorik olarak da bu olay savaşın ilk kıvılcımın ateşlenmesine sebep olmuştur. Bu konu ile ilgili detaylı tüm bilgiler köprünün hemen karşısında yer alan müzeyi ziyaret ederek alınabilir. Bu olayı İngilizce anlatımlı profesyonel rehber eşliğinde deneyimlemek isterseniz de biletinizi buraya tıklayarak satın alabilirsiniz.  

"Latin Köprüsü" I. Dünya Savaşının başlangıç noktası...

Günümüzde ise artık bu köprünün yanındaki Obala Kulina yolundan hayatın normal akışına istinaden gelin arabalarının geçişine şahit oluyorsunuz. Özellikle hafta sonu olması nedeniyle çok fazla düğün ve gelin-damada denk geliyoruz. Bosnalılar güneşli bu sonbahar hafta sonunu güzel kıyafetleri ile genç çiftlerin mutluluklarının başlangıçlarına şahitlik ederek geçiriyorlar. 


Yeni çiftimize mutluluklar...

Nehrin kıvrım yapmaya başladığı ve Başçarşı'nın nehre kavuştuğu yerde, Bosna Savaşı sırasında Sırp milliyetçilerinin yoğun topçu ateşi sonrasında yanan ve bu yangın sonucunda da büyük kısmı yıkılan Vijecnica (Viyeçnitsa) Kütüphanesi bulunuyor. 1892 - 1896 yılları arasında şehir Avusturya - Macaristan İmparatorluğu hakimiyeti altındayken Endülüs mimarisi ile inşa edilen bu kütüphane Saraybosna'da yaşayan Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudilere ait bir çoğu el yazması ve önemli eserlerden oluşan 6 milyon kitap ve arşiv belgeleriyle "Ülkenin hafızası" konumundaydı. 

25 Ağustos 1992 günü Viyeçnitsa Kütüphanesini, içinde bulunan kitap hazinesini ve çok önemli belgeleri yutan alevler her Saraybosna'lının hafızasında hala duruyor. Kütüphane üç gün boyunca yanmış ve 155.000'i el yazması olmak üzere  2 milyona yakın eser bu yangında ne yazık ki kül olmuştu. Kütüphane 18 yıllık uzun bir tadilat ve tamirat sürecinden sonra 2014 yılında yeniden açılmış ve bugün birlikte yaşama, beraberlik, hoşgörü ve sevgiyi  temsilen herkese güç ve ilham kaynağı olacak şekilde dimdik ayakta durmaktadır.

Kızım ile birlikte Vijecnica (Viyeçnitsa) Kütüphanesi...

Viyeçnitsa yanıyor... Kaynak: researchgate.net

Kuşatma altındaki kentte ekmek almak bekleyen Müslüman Bosna halkının üzerine atılan bombalar yüzünden ölen 22 kişinin   anısına  Saraybosna'lı Çellist Vedran İsmailoviç  orkestra kıyafetleriyle tam 22 gün boyunca çello çalar. Buna yıkıntı haline gelmiş harap dökük Viyeçnitsa Kütüphanesinde başlar ve savaş devam ederken her gün aynı yerde çalmaya devam eder. Avrupa'nın göbeğindeki bu savaşı ve dramı, her nedense görmezden gelen ülkelerin gözlerinin önüne sermeye çalışır.

Vedran İsmailoviç Viyeçnitsa'da Çello çalıyor...

Şehirde kuşatma tam 1425 gün sürüyor. Her tarafı dağlarla çevrili şehir tam anlamıyla cehennemi yaşıyor. Bu süre içerisinde Saraybosna'ya 2 milyondan fazla top mermisi atılıyor. 22 Temmuz 1993'de tam 3.777 top mermisinin atıldığı kayıtlara geçiyor. Yani 20 saniyede bir top mermisi düşüyor. Yüksek binaların üzerine konuşlanan sniperlar keklik avlar gibi gündelik hayatlarına bir şekilde devam etmeye çalışan masum halkı avlıyorlar. Kırsallarda ise çok daha acı veren olaylar yaşanıyor. Köyler basılıyor, erkekler öldürülüp kadın ve kızların ırzlarına geçiliyor. Çocuklar ölüyor. 

"Masum insanların öldüğü hiçbir savaş haklı değildir." diyordu Piyanist filminde duyduğum bir replik. Aklıma bu geliyor. Bosna halkı ölüyor, çok acı çekiyor, çok bedel ödüyor ama direniyor, hem de çok direniyor. 1425 gün boyunca yaşadığı şehri, evini, vatanını işgalcilere teslim etmemek için 300.000'den fazla şehit veriyorlar ve bunların 35.000 tanesi de ne yazık ki çocuk. Bu savaş Avrupa'nın göbeğinde, herkesin gözü önünde ve ne yazık ki 20. yüzyılda bizler normal hayatlarımıza devam ederken oldu. Ne kadar acıdır ki neredeyse kimse 4 yıla yakın bu süreçte acı çeken ve onurlu bir direniş gösteren Bosna halkına gereken gerçek yardımı gösteremedi ya da göstermedi. 

* * *

Miljacka Nehri...


Biz yürüyüşümüze devam ediyoruz. Nehirden tekrar içeri doğru giriyoruz ve Miljacka nehrine ikinci paralel olan Anayol Mareşal Tito caddesinden yeniden Başçarşı'ya doğru dönüyoruz. Bu cadde üzerinde yine Osmanlı eserlerinden biri olan Ali Paşa Camisini de görüyoruz.


Ali Paşa Camii...

Yine aynı cadde üzerinde genişçe bir alana kurulmuş olan bir kitap sergisi var. Saraybosna halkı şimdi artık huzur ve barış içerisinde hafta sonlarını bu sergide özgürce dolaşarak geçiriyorlar. Bu alanda yerde Sarajevo'84' ün bir işaretini görüyorum ve hemen fotoğraflamak istiyorum. Çünkü Sarajevo 84 ibaresi, 1984 yılında bu şehirde düzenlenmiş olan Kış Olimpiyatlarını sembolize ediyor. Hem savaş öncesindeki eski Yugoslavya zamanını hatırlattığından dolayı hem de benim 15 yaşında bir genç olarak televizyonda ilk kez seyrettiğim bir Kış Olimpiyatı olmasından ötürü hatıralarımda önemli bir yer tutmakta olan bu simge beni yıllar öncesine götürüyor.

Kış Olimpiyatları Sarajevo '84...

Aynı cadde üzerinde bir de bu savaşta ölenlerin anısına yaptırılmış olan ve bu savaşın acılarının hiçbir zaman unutulmaması için devamlı yanan "Sönmeyen Ateş Anıtını" da görebilirsiniz.


Sönmeyen Ateş Anıtı...

Nehrin Başçarşı'ya doğru dönen tarafında göreceğiniz yeşil panjurlu küçük ama sempatik bir ev vardır. Bu evin adı "Inat Kuca", yani "İnat Evi"... Hikayesi ilginç, doğru yanlış bilemem ama burada anlatılan ve tüm kaynaklarda geçen de bu... Adından da belli olduğu gibi bir inat hikayesi var işin özünde. Söz konusu Balkanlar olunca da doğru olmaması işten bile değil. 1878 yılından sonra şehir Avusturya-Macaristan hakimiyetine geçince nehir kenarına sıra sıra devlet binaları yapılmaya başlanır. Ancak bu sırada bir ev planları bozmaktadır. Tam da Belediye Binasının yapılmasının planladığı yerde bulunan bu evin sahibi ile irtibata geçilir evi satması için. Sahibi "Nuh" der "Peygamber" demez, satmaz evini... İnat işte. Balkan inadı... Sonunda bir şekilde ikna edilir, şöyle ki; evinin aynısı tek bir tuğlasına kadar aynı şekilde nehrin karşı kıyısına yapılırsa satmayı kabul eder. Çaresizce dediği kabul edilir ve ev tek bir tuğlası bile farklı olmayacak şekilde Miljacka Nehrinin karşı kıyısına yapılır. Günümüzde de halen restoran olarak hizmet veren evin hikayesi de budur.

Inat Kuca - İnat Evi...

Yolumuza Ferhadije Caddesinden devam ediyoruz. Bu cadde Saraybosna'nın İstiklal Caddesi gibi düşünülebilir. Sadece yaya trafiğine açık bu caddede kafeler, restoranlar, mağazalar ve tarihi yapılar bulunmakta. Cadde oldukça da kalabalık. Cadde üzerindeki en önemli yapılardan bir tanesi 19.yy Gotik mimarisinin önemli eserlerinden biri olan Srca Isusova Katedrali bu Katedral İsa'nın Kalbi olarak biliniyor.

Srca Isusova Katedrali...


Srca Isusova Katedrali içinden...

Srca Isusova Katedrali içinden...

Aynı cadde üzerinde yine bizlerden izler olarak görebileceğiniz T.C. Ziraat Bankasının bir şubesini ve Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği binasını bulabilirsiniz. 

T.C. Ziraat Bankası...

Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği...

Saraybosna'da dolaşırken sık sık eski ve yeni tramvaylarla karşılaşabiliyorsunuz. Bu şehirde tramvay kullanımı çok çok eskilere dayanıyor. Hatta 1885 yılında daha Avrupa'nın diğer ülkelerinde henüz kullanımı yokken ilk atlı tramvayının burada kullanıldığı da söylenir.

Vaktiniz kısıtlıysa Saraybosna'da yaygın bir şekilde kullanılan tramvayı kullanarak ucuza kısa bir şehir turu atabilirsiniz. 1 No'lu tramvay Başçarşı'dan başlayarak size 45-50 dakikalık bir şehir turu imkanı sunacaktır. Ben sadece eski ve hala hizmet veren tramvayları fotoğrafladım ama elbette günümüz şartlarına uygun, modern, klimalı tramvaylar da mevcut.



Saraybosna'nın tramvayları...

"Saraybosna'da hiç park yok biliyor musunuz?..." demişti bu ülkenin değerli lideri Aliya İzzetbegoviç dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a yazmış olduğu mektupta, "biz bütün parklarımıza şehitlerimizi gömdük!..." diye bitirmişti cümlesini de... Gerçekten şehrin neredeyse her yerinde bir şehitliğe denk geliyorsunuz. Biz de Başçarşı'dan yukarı doğru yürüyoruz ve bu şehitliklerden biriyle karşılaşıyoruz. Bu şehitlik içerisinde büyük lider Aliye İzzetbegoviç'in de mezarı bulunuyor. Mezarlıklar tertemiz, rengarenk çiçeklerle dolu ve mutlaka mezarların başında dua eden birileri var her zaman...

Saraybosna Şehitliği...

Kubbe şeklinde olan Aliya İzzetbegoviç'in mezarı...

Saraybosna'da ve çevre illerde, köylerde ve kasabalarda o yıllarda çok acı yaşandı. Bir çok insan kendilerine kazdırılan toplu mezarların başında suçsuz yere katledildi. Mezarlarının nerede olduğu bile yıllarca bilinmedi...Özellikle bugün bile acısı dinmeden anılan Srebrenitza Katliamı sonrasında Bratunac köyünde Sırplar tarafından katledilen 350 kadar Boşnağın naaşlarının uzun süre bulunamaması dünya çapında yankılanmıştı.

Savaşın ardından Bosna hükümeti bu ve benzer söz konusu toplu mezarların bulunması için çalışmalar başlatmış. Kayda değer olmasa da bazı ipuçları ile yürütülen çalışmalar sonrasında bazı alanlarda çok fazla sayıda mavi kelebeğin toplandığı görülmüş. Araştırmalar sonucu bu tür kelebeklerin yalnızca mezarlıklarda yetişen ve adına "ölüm çiçeği" denen bitkiler ile beslendikleri ortaya çıkınca mavi kelebeklerin toplandıkları yerler dikkatlice kazılmış ve 300'den fazla toplu mezara ulaşılmış.


Mavi Kelebekler...

Sonra bir çoğu isimsiz olan bu naaşlar ruhlarına en yüksek saygıyı hak ettikleri ebedi istirahat yerleri olan mezarlara taşınmış ve kayıpların isimleri de soy isimleri ile birlikte aşağıda göreceğiniz duvar üzerinde ölümsüzleştirilmiş. 

Srebrenitza Katliamında ve bu anlamsız savaşta ölen tüm günahsız siviller, kadınlar ve çocuklar için ben de hem mezarlıkta hem de bu anıt duvar önünde dualarımı onlara yolluyorum.



İsim ve soy isimlerden oluşan anıt duvar...

Şehir turu bizi iyice yoruyor. Mezarlıktan tekrar aşağıya Başçarşıya doğru inerken güzel bir gün batımı manzarası bize eşlik ediyor. Akşam yemeği için hazırlanmak ve biraz ayaklarımızı dinlendirmek üzere otelimize dönüyoruz.



Günbatımında Başçarşıya iniş...


Yol kenarında şirin evler...

* * *
Akşam yemeği için daha önceden İstanbul'da bir arkadaşımızın tavsiyesi ile Bira Fabrikasına gideceğiz. Resepsiyondaki görevli otele yakın olmasa da yürüyerek gidebileceğimiz bir mesafede olduğunu söylüyor. Ama tercihi bize bırakıyor. İstersek arabayla da beş on dakika da gidebilirmişiz. Nehrin diğer yanına geçmemiz gerekiyormuş, biraz da yokuş olabileceğini söylüyor. Arabayla gitmektense yürümeyi tercih ediyoruz. Zaten hava da güzel. Yaklaşık yarım saat sürüyor ama sohbet ede ede anlamadan geçiyor. Yokuş çok göz korkutucu değil tatlı bir meyil diyelim. 

"Sarajevo Brewery" veya "Sarajevska Pivara" olarak telefon navigasyon yardımı alınabilir. Gidilmesi konusunda çok ısrarcı olmuştu İstanbul'daki arkadaşlarımız. İçeri girince haklı oldukları konusunda hem fikir oluyoruz. Çok büyük, çok geniş ve çok şık bir mekan. İki katlı ama üst kattan da ortadaki alanı görebiliyorsunuz. Burada birazdan canlı müzik başlıyor zaten. Üst katta geniş bir alanda daha kalabalık gelenler için geniş masalar olduğu gibi aşağıyı gören balkon gibi yerlerde de küçük masalar mevcut. Gelen insanlar da genellikle çok şık ve güzel giyinmeye dikkat etmişler. İnsnalar hem güzel biralar eşliğinde yemeklerini yiyor hem de güzel Balkan melodilerini canlı olarak dinleyip keyifli bir akşam geçiriyorlar. Artık imalata kapatılmış bir fabrika zannetmeyin burayı. Fiilen halen bira üretimi devam ediyor. Aynı zamanda bir bira müzesi de var. Biz kapalı olduğu için müzeyi gezemiyoruz ama yemek öncesinde hemen buz gibi biralardan seçimlerimizi yapıyoruz. Sadece birayla arası çok da hoş olmayan eşim yemekte şarap içmeyi tercih ediyor ama biralar gerçekten güzel.


Bira fabrikası "Sarajevska Pivara" gerçekten çok şık bir yer...

Canlı müzik eşliğinde Bira fabrikasında keyifli akşam yemeğimiz...

Yarın ki programımızda 1425 gün boyunca kuşatma altında kalan Saraybosna'yı hayatta tutan, gıda ve sağlık yardımın kısıtlı da olsa sağlanabildiği ve direnişin devam etmesinin kaynağı olan Umut Tüneli ziyareti var. Sonra Mostar'a gideceğiz. Sonrasında artık ülke değiştirip gece konaklamak ve tatilimizin bundan sonraki bölümünü geçirmek üzere Kotor Karadağ'a geçeceğiz.  

* * *



Sanki gerçekmiş izlenimi veren bir duvar kağıdı ile kaplanmış ve istiflenmiş gerçek odunlarla birlikte sanki ormanın içindeymişsiniz izlenimi veren kahvaltı salonunda kahvaltımızı ettikten sonra keyif kahvelerimizi de içip yeni gün için kendimizi hazırlıyoruz. Bu arada otelin Boşnak böreğinin harika olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ama sanırım bu coğrafyada nereye giderseniz gidin iyi börek ve iyi köfte yiyebilirsiniz. Buna şüphe yok bence. Kahvaltı sonrasında Umut Tüneline doğru yola çıkıyoruz.

Umut tüneli: 

Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'nın önce Yugoslav Halk Ordusu, sonra da Sırp Cumhuriyet Ordusu tarafından 5 Nisan 1992'den 29 Şubat 1996'ya kadar 1425 gün boyunca süren kuşatmasına karşı şehrin hayatta kalma mücadelesinin bir yansıması, bir izidir. Modern savaş tarihinin en uzun süren kuşatması karşısında tüm dış bağlantıları kesilmiş olan şehrin gerek yiyecek, gerek ilaç temininde can damarı olmuş ayrıca yaralıların taşınması konusunda da şehir halkına çok büyük katkısı olmuştur. Saraybosna havalimanının 5 metre altından BM kontrolündeki özgür dünyaya açılan bir kapı olan bu tünelin inşası da çok zor şartlar altında gerçekleştirilmiştir. Sırp kuşatması altındaki bölgede günde 150-200 havan topunun düştüğü bir bölgede yerin beş metre altında kelle koltukta çalışılarak kazılan bu tünel 800 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde ve sadece 1.60 metre yüksekliğindeydi. Yani uzun boyluların bu tünelde yürürken eğilmesi gerekiyordu. Tahta blok ve tomruklarla desteklenen bu tünel tam 4 ay 4 günde tamamlandı ve bu tünel sayesinde kuşatma altındaki Boşnaklara gıda, ilaç ve diğer bir çok hayati malzeme sağlanabilmiş belki de savaşın gidişatını değiştirmiş çok önemli bir tüneldir. Açılış tarihi 30 Temmuz 1993'tür.

Tünelin başlangıç yeri için Boşnak kontrolünde olan İgman dağı yakınlarındaki  Butmir bölgesindeki Kolar ailesinin evinin altı seçilmişti. Bugün ise bu ev müze haline getirilmiş. Boşnaklar kötü hatıraları unutmamak, her zaman tetikte ve dikkatli olmak amacıyla buraya gözlerinin içi gibi bakıyorlar.  

Tünel girişi de yine bu evden yapılıyor, yazın 09:00 - 17:00 kışın ise 09:00 - 16:00 saatleri arasında ziyarete açık. Giriş ücreti yetişkinler 10 KM, öğrenciler 5 KM. Kredi kartı veya Euro kabul edilmiyor. Yanınızda mutlaka KM bulundurmanızda fayda var. Bir çok tabelada Türkçe seçeneği de mevcut. 



Tünel giriş ücretlerimizi ödeyip içeri giriyoruz. Bahçe kısmında savaş döneminde kullanılan çeşitli eşyalar da sergileniyor. Ayrıca kuşatmayı zihninizde daha iyi canlandırabilmeniz amacıyla geniş Sarabosna haritaları yerleştirmişler. Video seyretme odalarında ise o günlerdeki gerçek televizyon yayınlarının da yer aldığı görüntülerle kuşatma günleri izletiliyor. Çatılara yerleşmiş Sırp sniper'ların sadece ekmek bulabilmek umuduyla sokağa çıkmış olan Boşnak vatandaşları zevk için öldürdüğü iğrenç, insanlık dışı görüntüler de ne yazık ki bu görüntüler arasında yer alıyor ama bu insanlık dışı dramı daha iyi anlayabilmek için mutlaka izlemenizi öneririm. Zaten 30-40 dakika sürüyor. Videolar sürekli tekrarlanıyor. Yani neresinden başladığınız çok da önemli değil. İstediğiniz kadar seyredebilirsiniz. 



Kuşatma altında Saraybosna (1992-1995)

Ayrıca tünelin gerçeğe en yakın haliyle kısa bir örneği de bulunuyor. O atmosferi yaşayabilmek için isterseniz buradan yürüyerek geçebiliyorsunuz. Tabi kapalı yer fobisi olan eşim aynı Kapadokya / Derinkuyu tünellerinde olduğu gibi buraya da giremiyor. Ama aslında o kadar da klostrofobik bir yer değil. Yürürken biraz eğilmeniz gerekiyor sadece. (Yükseklik 1,60 m) Tünelin içerisinde ise gerçekten kuşatma altındaki bir kentin gıda, ilaç ve silah ikmalini ne zorluklarla sağlayabildiğini, hasta ve yaralılarını nasıl zor şartlar altında güvenli yerlere taşıyabildiklerini zihninizde canlandırabiliyorsunuz.


Tünelde ancak eğilerek yürüyebiliyorsunuz...


Yaralıların taşınması açısından tünel çok önemliydi...



Saraybosna Gülü...

Eğer Saraybosna kuşatmasını tam anlamıyla yüreğinizde hissedebilmek istiyorsanız Saraybosna ziyaretinizde mutlaka Umut Tünelini ziyaret etmenizi öneririm... 


Mostar:

Saraybosna'ya kadar gelip de Mostar'a uğramamak olmazdı. Mostar'a Funda ile biz daha önce gelmiştik ama kızım ve arkadaşlarımız ilk defa göreceklerdi. Kotor' a giderken yolumuzun üstünde olduğu için Mostar'ı yeniden görebilecek olmak bizim için de çok güzel olacaktı. 


Mostar gerek tarihi köprüsüyle, gerek doğasıyla gerekse de dost canlısı insanları ile gezerken çok keyif alacağınız bence çok güzel bir yer. Neretva nehri üzerindeki Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından 1566 yılında inşa edilmiş olan Mostar köprüsü, hem görselliği hem de savaş sırasında Hırvat topçu ateşiyle yıkılışının verdiği üzüntü ile gerçekten şehrin en önemli yapısıdır. Osmanlı mimari etkisinin aynen korunması için Facsimile metodu ile (yani eski bir yapının, saklanmış olan dokümantasyonlara dayanılarak birebir yeniden inşa edilmesi) yıkılan köprü 2003 yılında yeniden yapıldı. Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan köprünün yapımı Dünya Bankası, Almanya, Hollanda ve Türk Devletinin katkılarıyla gerçekleştirildi. Yapımı gerçekleştiren Türk firması Türkiye'den tam 65 taş ustasını Mostar'a götürdü ve bugünkü köprüyü aslına uygun bir şekilde inşa etti.




Savaş sırasında, yıkılmadan önceki son hali ile Mostar Köprüsü...


Neretva Nehri...


Köprünün savaş sırasında yıkılış anını ise aşağıdaki linkten seyredebilirsiniz;


Mostar'ın dar sokaklarında dolaştığınız zaman hemen memleket kokusunu alıyorsunuz. Sokaklar biraz Bursa, biraz Safranbolu yani kısaca Osmanlı kokuyor. Bakırcılar çarşısı, cumbalı evler, Arnavut kaldırımlı dar yolları ile çok keyifli bir yer Mostar. 

Bu keyifli sokaklarda dolaşırken mutlaka bir yerde oturup Boşnak kahvesi içmenizi öneririm. Sapsız fincanda cezvesiyle birlikte ikram edilen kahveleri tamamen bizim damak tadımızda. Fincanlar neden sapsız diye sorduğumuzda ise acı bir cevap alıyoruz; 

Boşnaklar kahve fincanlarını kulpundan tutarken ellerinin aldığı şeklin Sırplar tarafından Sırp çetnik işaretine benzetildiğini ve bu yüzden yıllarca Sırplar tarafından aşağılandıklarını, hatta savaş zamanı sırf zevk için bir çok Boşnağın yüzük ve serçe parmaklarının kesilerek bu şekilde zorunlu çetnik selamı verdirilmek istendiğini söylediler. O yüzden yıllardır fincanlarını kulpsuz yaptıklarını, böylece fincanlarını hilal şeklinde tutabildiklerini  ve çoğu kahve fincanın dibindeki yıldız sayesinde de ay-yıldızı oluşturduklarını söylediler.
 
Kulpsuz ortası yıldızlı Boşnak kahve fincanı...
 
Bakırcılar sokağı...


Neretva nehri ve Mostar köprüsü manzaralı kahve içimi ve sonrasında da vermiş olduğumuz yemek molası yorgunluğumuzu iyice alıyor. Yeniden geri gelebilmek umuduyla Mostar'a veda ediyoruz. 



İstikamet Kotor, elveda Mostar...